“BÖYLE İŞLER YAPILDIĞINI NEREDEYSE UNUTMUŞTUM”

Türkiye Foto Muhabirleri Derneği’nin, Yılın Basın Fotoğrafları Yarışması jürisinde ilk kez yer alan gazeteci ve televizyon programcısı Mehmet Akif Ersoy’un jüri toplantısı sonrası görüşlerini aldık. Son yıllarda verilen gazetecilik ödüllerini eleştiren Ersoy, “Sözün doğruluğu ya da güzelliği değil, sözü kimin söylediği önemli hale geldi. O yüzden çok kıymetli sözler, söyleyene bakarak hiç edilebiliyor; çok anlamsız sözler de söyleyenden dolayı anlamlı hale getirilebiliyor. Bence bunun kırıldığı bir yer burası. O yüzden de çok özel bir iş olduğunu düşünüyorum” dedi.

TFMD jürisinde ilk kez yer aldınız. Nasıl bir deneyimdi sizin için?

Biz Türkiye’de çok uzun zamandır çokça ödül alıyoruz; ama bu ödüllerin neredeyse tamamı, maalesef, pek çok kurumun halkla ilişkiler için yaptığı işlere dönmüş durumda. Yani bir gazetecinin gazetecilik başarısı üzerine, yaptığı bir haberle ilgili, çektiği bir video görüntüyle ilgili, bir röportajla ilgili falan, gerçekten çok başarılı bir iş yaptığı için değil, çalıştığı kanal, o işin halkla ilişkilerini ne kadar yapabileceği, adam ne kadar tanınır ve o tanınırlığının üzerinden hangi iş adamından ne kadar sponsorluk alınabileceği falana göre şekillenen çok yoğun bir ödül törenleri hengamesi var. O kadar çok ki ve o kadar yayıldı ki…

Burada beni en çok etkileyen şey şu oldu: Bir kere jüridekiler çok değerli isimler. Türkiye’de bu işi çok iyi bilen isimlerin zaman ayırıp, oturup saatlerce bu fotoğraflara tek tek bakmaları, bu fotoğraflara bakarken hiç kimsenin ismini asla zikretmemeleri. Fotoğrafı çekenin kim olduğunu hiç kimsenin bilmemesi. Sadece fotoğrafa bakmak ve değerlendirirken mümkün olduğunca demeyeceğim, objektif olmaları. Herkesin fikrini çok açıkça ifade ettiği, zaman zaman, “Ama şöyle bir durum var, ama böyle bir problem var” diye tartıştığı, birbirine katkı sağladığı, çok keyif aldığım bir iş oldu. Böyle işlerin yapıldığını neredeyse unutmuştum. Gazetecilikte artık neredeyse böyle şeyler kalmadı. Bu kadar önemli üstatların bir araya gelip, burada bunu yapabiliyor olmaları, bence çok çok özel, korunması gereken bir hikaye. Umarım korumayı başarırız. En önemlisi buraya fotoğrafını gönderen herkesin, “Benim fotoğrafım adımdan bağımsız değerlendiriliyor” diyebilmesi.

“ÇOK ÖZEL HİSSETTİM”

Biz Türkiye’de uzun zamandır şu durumdayız; sözün doğruluğu ya da güzelliği önemli değil, sözü kimin söylediği önemli hale geldi. O yüzden çok kıymetli sözler, söyleyene bakarak hiç edilebiliyor, çok anlamsız sözler de söyleyenden dolayı anlamlı hale getirilebiliyor. Bence bunun kırıldığı bir yer burası. O yüzden de çok özel bir iş olduğunu düşünüyorum.

Kimin çektiği önemli değil. Kimse de bilmiyor zaten. Herkes şunu söyledi: “Fotoğrafı konuşuyoruz. Fotoğrafı tartışıyoruz. Sadece fotoğraf.”

Sadece işimizi yaptığımız çok az alan kaldı ya, buradaki herkes sadece işini yapıyor. O yüzden çok özel hissettim. Benim için çok özel bir deneyimdi ve çok özel bir jüriydi.

Yarışmaya katılan fotoğrafların çeşitliliğini nasıl buldunuz?

Bence en çarpıcı anlardan biri şuydu; biz gazeteciyiz. Bombanın atıldığı yerde değil, bombanın düştüğü yerde olmamız gerekiyor. Bombanın düştüğü yerde olamadığımız Türkiye’yi ilgilendiren çok büyük felaketler yaşadık; deprem başta olmak üzere. Küresel düzeyde bütün dünyayı ilgilendiren meselelerle ilgileniyoruz, bir sürü meslektaşımız savaş bölgelerine ve kriz bölgelerine gidiyor, bir sürü işler yapıyoruz. Ama bütün dünyanın gözü Gazze’deydi, Gazze’den hiç fotoğraf yok. Televizyonda da bizim açımızdan Gazze’den haber yoktu. Gazze’den haberi Siderot’tan anlatmanın, Tel Aviv’den, Kudüs’ten anlatmanın, İstanbul’dan anlatmaktan hiçbir farkı yok. O nedenle yüzden fazla meslektaşımız öldürülmüşken Gazze’ye gidememiş olmak çok büyük bir problemdi; burada da o problemin bir iz düşümünü yaşadık. Fotoğraf seçiyoruz, depremi seçtik; bizi ilgilendiren bir süreç. Bir başka konu da Gazze’deki süreç; küresel düzeyde herkesi ve her şeyi etkiledi; ama oradan fotoğraf yok.

“PULİTZER’İ NASIL VERECEKLER MERAK EDİYORUM”

Bunun da İsrail’in gazetecilik yapmamızı engellemesinden kaynaklı olduğunu, dolayısıyla hiçbir Türk ya da yabancı gazetecinin Gazze’ye giremediğini gördük. Uluslararası haber ajanslarına, fotoğraf servis eden, video servis eden bütün gazetecilerin, Gazze’deki yerel gazeteciler olduğunu biliyoruz. Bugün burada bir seçim yaptık, uluslararası ödüllerde de World Press Photo ve Pulitzer başta olmak üzere, eğer Gazze’den bir şeyi değerlendireceklerse, oradaki yerelden değerlendirdikleri bir durumla karşı karşıyayız; o da hayatta kaldıysa oradaki fotoğrafçı. İbretlik ve öğretici bir an, bu anlamda baktığımızda. Bir de tabii işin politik tarafı var bu ödüller dağıtılırken. Diyorum ya biz çok objektif bir organizasyon içerisinde değerlendirmeler yaptık, politik olarak değerlendirilebilecek şeylere karşı dikkatli ve profesyonel olmalıyız gibi bir noktada durduk. Ama mesela Pulitzer verilirken, nasıl vereceklerini çok merak ediyorum. Bugüne kadar Filistinlilerin yaşadığı dramı mı anlatacaklar, 7 Ekim’i mi anlatacaklar, yoksa Gazze’nin 7 Ekim’den sonra yaşadığı felaketi mi anlatacaklar? İsrail’in ‘Hamas’la savaşıyoruz’ dediği bir yerde bütün Filistin halkını cezalandırmasını mı anlatacaklar, yoksa bambaşka mağduriyet görüntüleri mi göreceğiz, bilmiyorum.

“BANA VERİLEN ÖDÜLLERİ ALMAYA GİTMİYORUM”

Ben burada gerçekten çok özel bir deneyim yaşadım. Ben bana verilen ödülleri almaya gitmiyorum. Ekrandayım, ünlü ve önemli gördükleri için, başka bir arkadaşım benden çok daha önemli bir işe imza attığı halde bana ödül veriyorlar. Aynı şeyi muhabirlik yaparken ben de yaşadım. Bu bir saçmalık. Bizim mesleki kalitemizi düşüren bir şey. Birinin ünlü olduğu için ödül aldığı bir yerde muhabir o şevki ve heyecanı tadamayacaktır. O zaman o gazeteci olmaya değil, ünlü olmaya çalışıyor. Ünlü olduğum için yaptığım iş önemli olacak diye düşünüyor. Oysa ki gazetecilik yaptığı için ünlense, değer görse, hepimiz üretime yöneliriz. Ödül törenleri herkesin birbirini goygoyladığı ortamlara döndü. “En çok tanınan, en çok takipçisi olan kim, ona ödül verelim ki, falanca da gelsin, filanca da gelsin, haber olalım” mantığı var. Böyle olunca aşağıdan adam yetişmiyor. Yukarıdaki adamlar da kaliteyi aşağı çekiyorlar. Burası bunu kırmış bir yer.

Gazeteciliğin bugünkü durumunu nasıl buluyorsunuz?

Gazetecilikte usta-çırak ilişkisi ortadan kalktı. Bu çok büyük bir problem. Bunun sebebi bir miktar da Sosyal Güvenlik Kurumu endişe ve düzenlemeleri. Bütün sektörlerde böyle. Marangozda da çırak yetişmiyor, berberde de yetişmiyor, kaportacıda da yetişmiyor, gazetecide de yetişmiyor. Adam diyor ki, “Ben seni alacağım. Sigortalı çalıştırırsam başıma bela alırım…” Böyle bir sorunumuz var. Başka konularda da var bu. Bir şey iyi olsun, güzel olsun diye yasal düzenleme yapıyorsunuz ama o işin özünü ve tadını kaçırıp, gerçeklikle bağını kopartıyor. Şov olarak güzel, ekranda iyi duruyor. Mesela 6287 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu. Sokakta karşılığı yok. Burada da öyle bir şey var. İyi gazeteciyi, idealist gazeteciyi, genç, bir şeyler başarmak isteyen gazeteciyi görmezden geliyorsun, şov yapanı, kendini öne çıkaranı ya da ünlü olanı gazeteci olarak gösteriyorsun. Bütün resepsiyonlara onu davet ediyorsun, bütün ödülleri ona veriyorsun. Aşağıdakiler görünmüyor bile. Ne yapacak bu adam? Marifet iltifata tabidir. Meslek büyüklerimizden bizim öğrendiğimiz şey, “İyi gazeteci olursan, iyi haber üretirsen, şunlar şunlar olur hayatında” idi. Şu anda adam şöyle görüyor: “İyi iş üretirsem değil, işimi daha iyi pazarlarsam, iyi bir ağım olursa, şov yaparsam, haber yapmak yerine haber olursam o zaman ben yürürüm.” Böyle bir yerde kalite iyice düşer.