DÜNYANIN TANIDIĞI TÜRK

Türkiye Foto Muhabirleri Derneği’nin “Yaşam Boyu Onur Ödülü” mesleğin ustan ismi Coşkun Aral’a verildi. Küçük yaşta eline aldığı fotoğraf makinesiyle kurduğu hayalin peşinde Siirt’ten İstanbul’a, İstanbul’dan Paris’e, Paris’ten tüm dünyaya ulaştı… Dünyanın tanıdığı büyük usta, foto muhabirliği ve gazetecilik yolculuğunu anlatırken meslek adına ders niteliğinde bir röportajla Foto Muhabiri dergisine konuk oldu…

Röportaj: Adem MELEKE

Nasıl ve neden foto muhabirliği?

Foto muhabirliğine arzum çocuk yaşlarımda fotoğraf makinesini elimde tuttuğumda başladı. Hayatı belgelemek, anlatmaktan daha kolay. Senin güzel bir lafın var, “dünyada en çok konuşulan dil” diye. Konuşmaktan öte anlatımda en etkili yol fotoğraf. İnsan için kendi yaşadıklarını başkalarına anlatmak önemli. Kuzenim Fahri Aral’a babasının aldığı 1920’lerde 30’larda Kodak’ın yapmış olduğu tek mercek, tek yaylı küçük obtüratörlü, iki tane vizörü olan alttan ve üstten bakılıp 6×6 filmi 8 kare çeken makine vardı. Fahri abiden makineyi ödünç istedim. Ardından Hasankeyf’e gittim. Fotoğrafın sonucunu bir sene sonra o film bitince gördüm. İşte altılı yaşlarımda çektiğim fotoğraflarım bir yılda tamamlandı. Benim için çok ama çok önemli, hepsi duruyor. Hasankeyf, 29 Ekim geçit töreni, Kemalpaşa’daki kale, Efes Harebeleri, hepsi duruyor… Sanki ilerleyen dönemlerde nelere hayranlık duyacağım, ilgi alanımı nelerin oluşturacağı ilk mesajı oluşturan bir yılda zor bitirdiğim 6×6 filmde anlatılmış bana.

ÇÜNKÜ DERDİM DERTTEN ÖTE

Fotoğraf, bir anlatım yolu, anlatıcı olmak istiyorum çünkü derdim dertten öte… 1900’lerin başlangıcında Siirt Mezopotamya’nın en kadim kentlerinden. Fakat aynı zamanda en yoksul kentlerinden biri. 1. Dünya Savaşı olduğunda mutasarrıfın damadı olarak cepheye götürdüğü o ilk yiyeceklerle ordumuza destek veren bir dede. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra bizzat Mustafa Kemal Atatürk ve İnönü tarafından ilk yatırımcı olarak bölgeye gönderilmesi, bir un fabrikası kurulması, Cumhuriyet döneminin başlangıcında parlak fikirleriyle zenginleşen aile. O bölgeye yönelik farklı yatırım alanlarında girişimleri başlatan bir aile benim ki. Tek partili dönemden çıkıp çok partili döneme girerken de Rövanşizm sonucu cezalandırılıp her şeyini kaybeden bir aile. Ve bu ailenin çocuklarından birinin çocuğu olmak ama benden önce iki tanesi adeta yokluk yüzünden hayatını kaybetmişler. Varlıklı olduğunu ısrarla anlatıp yokluk içinde yaşayan bir aile. Bütün bunlar sorgulayıcı olmayı öğretti bana.

İSTANBUL’DA MİSAFİR ÖĞRENCİ

Sağlık durumumun giderek bozulmasıyla 6 yaşımda, İstanbul’a gönderiliyorum. Bir yıllığına misafir öğrenci olarak Oruçgazi’ye getiriliyorum. Güneydoğu’dan, verem bölgesinden gelen öğrenciden bir rapor isteniyor. Siirt’te bunu verecek yer yok. O yüzden misafirliğin ne demek olduğunu öğreniyorum. O yüzden fotoğraf makinesini aldığım zaman hiç unutmam, “Ben bunları belgeleyeceğim” demiştim. İstanbul’a geliyorum halam bana “Sakın Siirtli olduğunu söyleme, Malatyalıyız de, eşkıya derler bize” diyor. Eve iki dergi giriyor, biri Hayat dergisi, diğeri Doğan Kardeş. Doğan Kardeş daha çocuksu anlatımlı, bana Türkiye’yi, dünyayı anlatıyor. Hayat dergisi de benim tam kafamı kurcalayan konularda, benim hayalini kurduğum bölgelere giden fotoğrafçılar, muhabirler, gazetecilerin seyahatleri ve aralarından bazılarının isimleri, Ara Güler, Hikmet Feridun Es… Eve gelen Hürriyet Gazetesi, Gökşin Sipahioğlu… Cumhuriyet Gazetesi, Yaşar Kemal, Fikret Otyam… Bunlar benim rol modellerim oluyor. 1971 yılına kadar ikonlar benim için, “Bir gün mutlaka sizlerle tanışacağım, yanınızda olacağım, birlikte iş yapacağız” dediğim kişiler.

İLK HABERİM BOĞAZ KÖPRÜSÜ AÇILIŞI

Ara Güler de bunlardan biri…

Ara’nın çektiği fotoğrafların hepsi şu anda bile gözümün önünde. Bütün bu insanlar hep kafamda 12-13 yaşlarımda… Temel o zamanlar atılıyor… Fotoğrafçı, kendisi için fotoğraf çekip albümüne koyan değil, fotoğrafla anlatan kişi. Güneydoğu’da bilirler, özellikle çıraklık için akrabalar tercih edilir. O dönemde eve giren damat, gazete sahibi… Mücadele Gazetesi. O hoşuma gidiyor, “tamam yazları bana gelsin” diyor. Siirt’te kaldığım dönemde yazları gazetedeyim ama kafamda hep Mücadele’ye bir gün haber yapmak var. Mücadele’ye yönelik ilk haberim, İstanbul 1. Boğaz Köprüsü’nün açılışı.

 YAYINLANMAYAN İLK HABERİM

Gidip makineyle fotoğrafını çekip haber yapmışım. Ama daha faciası köprü açıldığı gibi kapandı. Üstündeki ağırlığın yaptığı titreşim, direkler sallanmaya başlayınca köprüyü kapattılar. Mücadele’de yayınlanamayan ilk haberim oldu. Haber tarih oldu ama fotoğraflar duruyor. İstanbul’a yerleşiyorum, lise sona geldiğimde birtakım siyasi olaylardan dolayı okuldan sürülüp başka bir okula kaydoluyorum. Pertevniyal’den Mecidiyeköy’e sürülüp oradan mezun oluyorum. Gerekçe ne? Türkiye Öğretmenler Sendikası’nda öğretmenlerin dershanelere karşı çıktığı bir eylemine afiş yapıştırarak destek olmak, artı kopya çekerek ilk dershaneci hocaya protesto yapmak.

 “POLİS MUHABİRİ OLUYORUM”

Sonra üniversiteye kayıt yaptıracağım ama puanım Ankara, İstanbul için düşük. Diyarbakır Tıpı bekliyorum, Dayım gibi tabip olmak hayali de var. O bekleyiş süresi içinde kuzenim Fahri Aral 1974 affıyla çıkıyor, “Hadi sana iş buldum. Günaydın Gazetesi’nde Ekonomi”. Üç gün dayanabiliyorum. Üç gün sonra Necati Doğru bana, “Bak yanda Gün Gazetesi” var deyip oraya gönderiyor. Böyle beni Mehmet Yaşin’in yanına gönderiyorlar. Ama o abuk subuk makinelerde olacak gibi değil, gidip kendime Çınaraltı’ndan Hanimex makine buluyorum. Sonra Lubitel alıyorum. Zenit almak istiyorum ama param yetmiyor. Sonra işte sokak muhabirliği… Bir gün sokakta yankesicinin halk tarafından linç edilmesinden polise teslim anına kadar süren sürüklenmesine kadar devam eden süreci fotoğrafladım. Sirkeci’de omuzumda bir elin, “Hadi gel bakalım yukarı” demesiyle hayatım değişiyor. Fehmi Yener… Emniyet Basın Odası’nda, “Benim yanımda polis muhabiri olacaksın” diyor ve ben artık polis muhabiri oluyorum. Benim yaş grubumdan Savaş Ay, birlikte arkadaş oluyoruz. 1974 başlangıç.

 ERGİN KONUKSEVER SAHİP ÇIKTI

Türkiye’de, tabi Ecevit affı dedikleri af, sol hareketler kendi içlerinde başlıyor, milliyetçi hareketler silahlanmaya başlıyor. (Demirel dönemi) Sonra sokaklar karışmaya başlıyor ve orada bize Ergin Konuksever sahip çıkıyor.

 Ergin abiyle birlikte çalıştınız mı?

Beraber aynı ortamda bulunuyorduk. Bana, Namık’a, Savaş’a sahip çıktı. Sahip çıkma dediğim, arada kesilmiş birkaç film veriyor. Akşamları evine gidiyoruz, yemek yiyoruz, güzel işkembe çorbası falan yapıyordu…

Ama Savaş ile biz fark ediyoruz, bunun dışında başka bir gazetecilik var. Ergin abiden çok şeyi öğreniyoruz, haberini yazmak, haber takip etmek.

O zamanlar işler bir fotoğrafçı bir şoför mantığıyla mı ilerliyordu?

Ergin abide, Ertuğrul Akbay da kendi haberlerini kendileri bulup yapıyorlardı. Ergin abi Kıbrıs’tan sonra çok popüler, kahraman oluyor. Ama bir ay sonra da Shell in Kuzey Kutbu’ndaki arama platformlarına gitti diye işten atılıyor. Böyle bir Türkiye yani. Atılma gerekçesi bir batılı için etik. Yabancı bir grubun götürdüğü yere gazeteci olarak gidemezsin diyorlar.

TÜRK FOTO MUHABİRLİĞİYLE ZİRVEDE

Türkiye şu an yeni bakışıyla, foto muhabirliğinin para etmediği bir dünyada, Türk foto muhabirliğiyle zirvede. Çünkü foto muhabirliğinin star olduğu dönemde çok insanımız yok bizim. Çok iyi foto muhabirleri var ama yaptığı işler değerlendirilmiyor. Ben foto muhabiri olarak çalışıyordum ama çevremizde fotoğrafçı gözüyle bakanlar da var. Mesela ben bir sene sonra Günaydın’dan kovulunca Politika’ya ya da Ayrıntılı Haber’e başlıyorum. Canan Barlas ile, Duygu Asena ile habere gidiyorum. Orada salt fotoğrafçıyım.

Magazin dönemi bu zamanlar mı?

Hepsini bir arada yaptığım dönem var. Çünkü parayı kazandığım yer farklı, basın kartını veren kurum farklı… İlk basın kartım Mikrop Dergisi’dir. Mecburen karikatür çizdiğim bir dergiydi o. Devlet sistemi akılcı çözümler ortaya koymadığı için seni hep yalana, gayrimeşruluğa yönlendiriyor. Sen basın kartını almak için niye başka yere başvurasın ki. Savaş’la (Savaş Ay) 1974 başlangıcımız, 1977’ye kadar biz olay olan her yerdeyiz. Fotoğrafçılığımız hiç iyi değil çünkü fotoğrafımızı değerlendiren editör yok. “Bunu dik çekseydin”, “Flaş kullanmasaydın” diyen fotoğrafçı ustalarımız yoktu, çok acı bir durum. Hepimiz için geçerli, Ergin abi içinde… Ara Güler’in meşhur bir manifestosu vardır; “Evladım, bu bir Ara Güler fotoğrafıdır. Yanında gazoz içmeyin, kabuklu yemiş yemeyin, tutarken dikkatli olun” diye.

 AYNI GAZETEDEN İKİ KEZ KOVULDUM

Politika Gazetesi’ne girdim, daha devrimci bir gazete ama iki kere kovuldum. Biri Ecevit’in Hakkari gezisine kendi imkanlarımla gidip hem Hakkari’de Ecevit’i çekmem hem de sınırı geçip o dönemde ot biçerken öldürülen Türkiye vatandaşları ile röportaj yapmam. Bir diğeri de Zonguldak’taki patlamaya gitmem. Sağ da olsa sol da olsa özgür bir şekilde konu belirleyemiyorsun. İlginç tarafı ben Politika Gazetesi’ndeyken gece gündüz gazete kalıyordum. Gece gidiyorum, Serra Yılmaz çalışıyor. Ona bir sürü dergi geliyor yabancı, bizim dergileri görme imkânımız yok. Hepsine bakıyorum nasıl fotoğraf kullanılıyor, inceliyorum. Hatta Serra’ya ben bir mektup yazdırdım. 1977’de cevap geldi iki dergiden, yıllarca ben oralara fotoğraf gönderdim.

 

PARİS’E YOLCULUK

Kanlı 1 Mayıs olayı, (1 Mayıs 1977) ondan bir ay önce, Savaş dedi ki, “Annemin Almanya’da konserleri var, gazinoda fotoğraf çekeceğiz. Oradan aldığımız parayla da Paris’e gideriz, arada da Avrupa’yı dolaşırız” Zeki diye bir arkadaş var, üçümüz gittik. Otostop çekerek Fransa, Almanya, Hollanda baya gezdik. Paris’e geldik, niyetimiz Gökşin Sipahioğlu’na gitmek. Elimizde de Türkiye’ye ait basılmış fotoğraflar var, “Türkiye muhabiriniz olmak istiyoruz” diyeceğiz. Savaş’ın kayınbiraderi de onun İsveç’te fotoğrafçısı. Gideceğiz ama üçümüzde birbirimiz de para var sanıyoruz. Ama kimsede para yok. Kaldığımız otelde Paris’in dışında. Cepte sadece bir frank var. Otelde de akşam yemek yerken bizden para istediler, olmadığını öğrenince rehin aldılar, ertesi günü polise teslim edecekler. Bütün umudumuz bastırdığımız fotoğrafları Gökşin abiye götürüp ondan alacağımız parayla işi kurtarmak. Şanzelize’de Türkiye Turizm Elçiliği’nin bir üst sokağında 24 numaralı Sipa binasına girdim. Gökşin abi karşıladı. Elinde Forte 18-24 kutu. “Sizin İsveç muhabiriniz Erhan Güner’in kayınbiraderi Savaş Ay şu an hasta, o gelemiyor. Çektiği resimler bunlar, sizin Türkiye muhabiriniz olmak istiyoruz” deyince Gökşin abi bakıyor fotoğraflara, morgda çekilen fotoğraflar, adam öldürülürken, çatışmalar, yerlerde cesetler. Fransızca bir küfür! “Türkiye’yi bunlarla mı tanıtmak istiyorsunuz!” Fotoğraflar yerlere dağılıyor, ağlamaya başlıyorum. Adam kibar fotoğrafların hepsini yerine koyuyor ve “Türkiye’yi bunlarla tanıtmam düzgün fotoğraflar çekin, numaranı da buraya yaz bırak” diyor. Ben hüngür hüngür ağlayarak Şanzelize’ye çıkıyorum. Birden babamın bana vermiş olduğu adres geliyor aklıma. Babam bir dostuna para vermiş zamanında, ondan para isteyeceğim. Bizim Türkiye Turizm Ofisinin önüne geldiğimde ‘Kahrolsun Türkler, Fransa..’ bağırıyorlar. Ben de bunlar iyi bir şey sanıyorum,

-Merhaba arkadaşım, Türkçe biliyor musun?

-Evet, biliyorum.

-Bu adamı arıyorum.

-Sen Türksün?!

Sonra ben yerdeyim, yerden beni polisler alıyor, Grand Palais’in orada bırakıyorlar. Bir gün sonra babamın söylediği kişiyi buluyorum, parayı alıyorum. Kaldığımız otele gidip, rehin kalan Savaş ve Zeki’yi kurtarıp Paris’te de iki gün geçiriyoruz.

KANLI 1 MAYIS FOTOĞRAFLARI TİME’DA

Savaş’la ilk kez planlama yapıp, 1 Mayıs’ta ne yaparız ne yapmayız diye. Saygı duruşuna kadar olay olmuyor. Ben de artık olay olmadı, kısmetimizde bu var deyip birinin omuzunda Atatürk heykeli, kürsü, kalabalık tam çekerken sol tarafta kalabalık bize doğru geliyor ve bir anda ortada açıklık… Elinde tomarla gazete, sağ elinde bir tabanca. “Savaş” diye bağırıyorum, “çektim”” diye bağırıyor bana. Time’da ortak imzamızla çıkan fotoğraf oradan. Fotoğraf Time’a nasıl gidiyor, anlatayım. Fotoğrafları, o Vatan’a veriyor, ben Politika’ya. Onlar istedikleri gibi kullanıyorlar. Alıyoruz filmleri Cağaloğlu’nda Press Ajansı’na gidiyoruz. Hatta Ahmet Altan çeviri yapıyor o tarihlerde. Sonra geceleyin Savaş’ın evinde kalıyoruz. İki telefon geliyor arka arkaya, “Alo, ben Ara Güler, Coşkun sen misin? Time Newsweek’e fotoğraf lazım, yarın ofisime gelin.” Yarım saat sonra başka bir telefon, “Alo, Ben Gökşin, Filmleri al atla gel.” “Gökşin abi biz gelemeyiz, Türkiye’den bir kere çıkabiliyoruz ve fotoğraflar çok kötü.” “O zaman sabahleyin birini gönderiyorum, o gelip filmleri alacak” O kişi kim biliyor musun? Şu an Sipa’nın Genel Müdürü olan Mete Zihnioğlu. Bizim fotoğraflar çıkıyor işte. 1977 Sipa ile tanışmamız ama 79’a kadar defalarca gidip geliyorum. İmkan yok, satılan fotoğraflar yok.

 

1980 DARBE FOTOĞRAFLARI ARŞİVDEN

Türkiye’de foto muhabirliği için çok önemli bir noktaya geliyoruz o zaman… Bir foto muhabirinin haber dosyası hazırlayabilmesi ve arşivleme…

Evet… Gökşin abiye daha önce “Geleyim mi?” dediğimde hep “Hayır” diyor. 1979 Haziran’ında Sipa’ya gidiyorum. Haziran’dan 11 Eylül gecesine kadar ben koltuk üzerinde yatıp kalkıyorum. Gökşin abinin masa, ışıklı masalar, kontaklar, geceleyin karanlık odada ben, o fotoğrafların üzerine teker teker içinde ne var, tarihini yazıyorum. Hala onlarla uğraşılıyor. 12 Eylül 1980 sabahı, içime bir şey doğuyor Türkiye’yi arayayım ama annemleri arayamam bu saatte. Ergin abiyi aradım, telefonda “Evladım darbe oldu!” ilk lafım “Ergin abi kim yaptı?” “hani seni fırçalayıp dayak atan adam vardı ya, Evren”… Sarıkamış’ta biz beraberiz, Evren kara gözlüklü, giysiler içerisinde kürsüye çıkacakken notlar var ama notlara baktım Osmanlıca. Hemen yanına gittim, yakın çekim yaptım. Yaveri beni gördü, alıp attılar beni oradan. Hemen fotoğrafları çıkarttım filmleriyle beraber koydum masanın üzerine darbeyi yapan subaylar… Türk ekonomisi, sağ-sol çatışması, sağın temsilcileri Türkeşler, solun temsilcileri bunlar…

Havaalanına gittim Türkiye’ye gelmek için. Romanya üzerinden Türkiye’ye geldim ama işte zamanında o fotoğraflar Sipa’da basılıyor. Bütün dünya basınının darbeye ilişkin masalarında sabahleyin benim fotoğraflarım oluyor.

Darbe oluyor, ertesi sabah Avrupa gazetelerinde Kenan Evren’in fotoğrafı var…

Kenan Evren’i bırak cezaevlerinin durumu var, isyanlar var, sokak çatışmaları… İşte bu gazetecilik dediğim arşiv. Ama arşivin doğru saklanması ve doğru korunması önemli. Birazdan soracaksın belki Türkiye’ye getirdiğine pişman mısın, evet pişmanım. Çünkü bizim koruma imkanımız yok.

SAVAŞ MUHABİRLİĞİ” DİYE BİR MUHABİRLİK YOK

Biraz sahaya geçelim, foto muhabirliği ve savaş muhabirliği…

Savaş muhabirliği diye bir muhabirlik yok. Ben bir foto muhabiriyim öncelikle. Foto muhabirliği demek yayın organlarını bilip onların editoryal durumlarını, yayın politikalarını kafanda kurgulayıp ne kullanacaklarını bilmen lazım. Mesela GezginFoto’nun geçen sayısını biliyorum ve yeni sayıda neler kullanabileceğini tahmin edebiliyorum. Bunlar biraz hesap kitap işi. Çekerken ona göre çekmek. Ben ve Savaş kötü yetiştirildik. İyi gözler olayını ben Ara Güler ustaya sormuştum, Türkiye’de doğuştan melekesi olan insanlar var. Ara Güler, Kadir Can gibi. Kadir Kars’tan gelmiş balıkçılarla iştigal eden bir adam ama adamın gözü müthiş. Hüseyin Kırcalı, Firuzan Topsümer gibi. Gözleri var bunların. Bazıları da uzun süre çalışıp bu işi iyi yapıyor. Bugün gördüğümüz bilgisayarlardaki, telefonlardaki bütün fotoğraf programlarının normalini yapan kimyayla fizik. Fizik parmak hareketleri, ışığı verme süresi. Diğeri ise kimya. Bugün onları bir düğme yapıyor. Ama temeli manuel. Bir doğuştan yeteneğe sahip olup onun üzerine inşa eden var, bir de bunun temel eğitimini alıp üstüne ekleyenler var.

ARA GÜLER, “SEN İYİ GAZETECİSİN

Nedense mesela İran’da mimarlık çok yaygın, bütün iyi fotoğrafçıların geldiği yer mimarlık. Grafik tasarım var, boyut var, çizme var. Burada bana çok kibar bir üslup ile yol gösterici Gökşin abi oldu. İran-Irak savaşına iki İranlı fotoğrafçı, üç Fransız fotoğrafçı gittik. Filmleri getirdik tomarla. Pazar günleri servis yapılacak, Gökşin abi ile beraberim. Kendinden dahil fotoğrafları seç, baskıya gönder dedi. Reza’dan 15 tane çıktı, birinden 12 tane çıktı, kendimden 2 tane zor çıktı. Ya göz kapalı ya eğik ya arkada bir şey var. İşte o olayı bana öğreten bir kurum yok, alt yapım yok. Ben bunu Ara’ya sormuştum, “usta sen bana hiç iyi fotoğrafçısın demedin” dedim, “e tabii, sen iyi gazetecisin” dedi. “Peki iyi fotoğrafçı olmam için” dedim, “Evladım onun için sen git Sinan’ın doğduğu evi gör.” Çünkü kafada o grafik var. Altın oran diyoruz ya… Senin beynindeki o süzgeçlerde daha çekmeden önce o oranı kurdurtan bir sistem var, sen buna meleke diyorsun. Yemekteki göz kararı dediğimiz şey gibi. Biz buna yetenek diyoruz. Toplumumuzda yetenekleri ortaya çıkartan kurumlar yok, en büyük sıkıntı o. Bunun için ben 1980 yılına kadar doğru yerde, doğru zamanda bulunmak için Sipa’ya girdim. Ama 1981 yılında karanlık oda da çalışmak, Abbas gibi adamlar ‘Coşkun keşke öyle değil de böyle çekseydin’ demeleriyle kaçırdığım bir altı sene var benim. Eddie Adams’larla aynı olaylarda gittiğimde bir anda benim de fotoğraflarım çıkmaya başladı. Onların avantajı hep bu işi yaptılar, biz bir yerden sonra videoya girdik, başka alanlarda çalıştık. Türkiye’de çok iyi fotoğrafçılar vardı gazeteci değillerdi, çok iyi gazeteciler vardı fotoğrafçı değillerdi. İkisinin sağlıklı bir eğitimi yıllar sonra oldu.

GAZETECİLİKTEKİ ŞANS

Bir fotoğrafçı, foto muhabiri, gazeteci olarak zannederim ilk işin İsrail-Lübnan…

Olaya biraz kaderci bakıyorum, Paris’te yine ajansta yatıp kalkıyorum Gökşin abi ofiste, Moskova’da yaşayan Polonyalı bir foto muhabiri arkadaşımız arıyor. “Sovyetler belki Polonya’ya girebilir, ben Rusya’dan çıkamam birini gönder” diyor. O ara ben de yanındayım… Türklerin vizesiz girdikleri tek doğu blok ülkesi Sopot’ta müzik festivali var. Türkiye’den bazı grupların gitmesi gerekiyor. Savaş’ı da arıyorum, o da Milliyet’ten geliyor. Varşova’ya gidip Polonyalı arkadaşımızın annesine gidiyoruz. Sonra bizi Gdansk’a gönderiyor. Gidiyoruz tersaneye, kapıda böyle çiçekler falan… Kapı bir açılıyor bizi içeri çekiyorlar. İçeride çekiyoruz ama ne çektiğimizi bilmiyoruz. Gördüğüm fotoğraflarda rastlantı sonucu Lech Walesa var, Savaşın Ay’ın çektiklerinde yok.

Sonra İran-Irak Savaşı…

Evet, Irak’a gitmek için Ankara’ya gitmek üzereyken bindiğim uçak kaçırılması.

Bugün foto muhabirliği yapıyor olsanız ve aynı uçakta olsanız aynı davranışı sergiler misiniz peki?

Çok açık söylüyorum, yapmayı içimden geçiririm. Psikolog değilim ama psikolog gibi bakacağım. Korsanların davranışlarını görmem lazım, “İkna edebilir miyim?” diye sormam lazım. Belli bir yaşta sorgulamadan girersin, belli bir yaşta olgunlukta sorgulayarak yaparsın. Ama sonuçta orda da iki kişi öldü.

6-7 EYLÜL OLAYLARINDA GÖKŞİN ABİ

Biz sizin İran’da, Lübnan’da, Belfast’ta çok çeşit savaş ortamında çok fotoğraflarını biliyoruz. Bugünden örnek verelim mesela Zelesnki’yi Ümit Bektaş çekti. Sizin, bizim için efsane olan foto muhabirliğiniz ile bugünkü Türkiye’de foto muhabirliğin imkanları, artıları, eksileri, dünyadaki yeri olarak bakacak olursak neler söylersiniz?

Eğer Türkiye’de 1960’larla beraber medyada gerçek anlamda evrenselleşme olsaydı ben eminim ki Gökşin Sipahioğlu Türkiye’de kalırdı. Gazeteci olarak doğru insanları seçerdi. Burnu koku alan biri. Ama 6-7 Eylül gibi korkunç bir olayın baş sorumlusu gibi lanse edildi -bence değil- çünkü sonuçta Anadolu Ajansı gibi ajanslardan alıyor. Biz bunun benzerini Romanya’da yaşadık. Devletin ajansı veriyorsa sen bunu doğru kabul edeceksin. Zaten bu günlük gazete ama öğleyin çıkan bir gazete. Beni mutlu eden, dünya bunu gerçek olarak kabul etmedi. Dediğim gibi, bizim gibi toplumlarda kurulmuş bir tuzak. Bu tuzağa çok bilinçli düşeriz, o gazete o gün tirajını arttırdı diye. Bana Gökşin abinin bıraktığı belgelerde sayılarda hiçbir artma yok ama dediğim gibi sayılarda artma olsa bile bir yazı işleri değil kâğıdın siparişini veren.

TOPLUMU YANLIŞ YÖNLENDİRME HER ZAMAN VAR

Gökşin abi devam etseydi daha farklı bir bakışa sahip olurdu…

Evrensel bakışa sahip olan insanlar küstürülüp kendi ülkesinden gönderilmemiş olsaydı gazeteler gazete gibi, medya medya gibi olurdu. Şimdi 50’lerin gazeteciliğinde, yargılanmalarında, meşhur Menderes’in yargılanmasında en çok gündeme getirilen Necip Fazıldır. Necip Fazıl’ın zaman zaman “Kalemimi oynatamıyorum” deyip aldığı paralardan bahsedilir. Ben Necip Fazıl’ı tanıdım. Çalıştığım gazetenin karşısındaydı. Türkçeye müthiş hakim olan bir insan, edebiyata özellikle Fransız edebiyatına çok hakim bir insan. Dediğim gibi doğru zamanda doğru yaptıklarıyla değerlendirmem lazım ama kiralık kalem olayı bugün değil her zaman var. Toplumsal illüzyon yapıp toplumu yanlış yönlendirme her zaman var.

YENİ BAKIŞ AÇILARI EKSİK…

Ben bir foto muhabiri olarak değerlendireceksem, foto muhabirlerine verilen fırsatlar hiçbir zaman bugünle kıyaslanamaz. Evet bugün fotoğrafın değeri azaldı çünkü herkes fotoğraf çekiyor ama bir foto muhabiri doğru yerde doğru zamanda doğru ekipmanla gidebiliyor. Maaliyetler yükseldiği için, gazetelerin yayın politikaları değiştiği için belki çok sayıda göndermiyoruz. Bir de bazı fotoğraflar, şimdi artık dronlarla çekilebiliyor, gopro ile çekilebiliyor. O yüzden Robert Capa’nın İspanya iç savaşında vurulan bir adamı çekmesi Capa’yı Capa yapan fotoğraflardan bir tanesi. Ben bile vurulma anını çektim. Hele şimdi koyun makineyi timelapse olarak size binlercesinin vurulmasını çekebilir. Şimdi kalitede, teknolojide, iletişimde, ulaşımda artık kullanım ve işin sunumunda sınırsızlık var. Eksik olan ne? Yeni bakış açıları eksik…

Bir foto muhabiri kendi farkını nasıl gösterebilir?

Araştıracaksınız. Belki geçmişi çok iyi araştırıp o değişimleri insanlığa hatırlatacaksınız.

Fotoroman gibi…

Biz foto muhabirliği bitmeyecektir diyoruz. Teknoloji avantaj veriyor. Ele alınan konuların daha yerel değerler olsa bile daha evrensel anlatmak lazım… Uluslararası da değil, evrensel diyorum. Kainatta kalsın. Her gün milyonlarca fotoğraf çekiliyor, milyarlar üretiliyor ama akılda kalan kaç tane?

DÜNYANIN TANIDIĞI İSİMLER ARASINDA

Dünyada imza haline gelmiş foto muhabirleri ile çalıştın. Bu kişilerle çalışmak nasıldı, bakış açıları nasıldı? Bugünün foto muhabirliğinde o imza isimler gibi olmak için ne yapmak lazım?

Dünyada imza olmuş foto muhabirleri ile tanışma fırsatı bulduğum için çok şanslıyım. 1982’de Beyrut’ta gariptir Sipa Press’te maaşlı bir çalışanken tıpkı Reza gibi istifa edip kendi imkanlarımızla, masrafların da yarısını üstlenerek Lübnan’a girip benim Time’a çalışmaya başlamasına yol açan meşhur fotoğraf öykülerimiz var. Ben Time’a kapak olmuştum. 1982 Haziran ayında Celile’de Donald Mcqueen ile tanıştım ve Time’ın benim kapağımı yayınlandığını o haber verdi. Bana Filistinler kitabını imzaladı. Cathrine Leroy gibi savaş fotoğrafçılığında Vietnam’da ortaya çıkmış en önemli isim, orada tanışıp çok da samimi oldum. James Nachtwey, Beyrut’ta, üstelik baya yokluk koşullarında beraber olduk. Burada Türkiye’de tanınan Alex Webb, Christopher Morris… Steve McCurry falan gelmedi Beyrut’a. Eddie Adams… Time’dan ayrılıp giderken odasını ben aldım. Akla gelebilecek o dönemin büyükleriyle orada karşılaştım. Sonra Magnum’un en önemli isimleriyle… Aramızdaki farklar, Türk deyince onların tanıdığı isimler var. Gökşin Sipahioğlu gibi, Ergun Çağatay gibi… Türkiye’nin o dönemde uluslararası arenada görev üstlenecek ona uygun yayınlar yoktu. Hiçbir gazete, televizyon benim adıma orada kal burada kal diyemiyordu. Foto muhabirlerinin, doğru zaman doğru yerde olması dışında objektifinin tanık olduğu fotoğrafların hep var olacağını bilmeleri lazım. Bundan elli sene sonra bir fotoğrafınızı alıp dün dündür bugün bugündür diyemezsiniz.

FOTO MUHABİRLİĞİNDEN VAZGEÇMEYELİM

Embedded (İliştirilmiş) gazetecilik ve fotoğraf etiği…

İliştirilmişlik hep var. Bugün ister iç savaş dediğimiz birbirinden farklı örgütlerin birbiriyle savaştığı coğrafyalar olsun, ister bir istilacı güce karşı yerel halkın savaşı olsun ister ordu ile bir paramilter grubun savaşı olsun iliştirilmiş gazetecilik hep var. Siz biriyle gidiyorsanız onlarla berabersiniz. O olaya erişkin dünyada en önemli yapıt Salvador filmidir. Filmin konusu bu… Etik olarak biz tanığız ama verdiğimiz fotoğraflar yayın organının politikasıyla ne amaçla kullanılır onu bilemiyoruz. Ben politika Gazetesi’ne çalıştım çok zararını gördüm, çok şey de öğrendim. Dünya görüşü olan bir gazete, kovulmama yol açan iki olay haberciliğimdi. O yüzden onur duyuyorum. Ama o gazetedeki görüş hiçbir zaman altına imzamı attıran bir görüş değildi. Ama diğer tarafta Türkiye’de geçmişte ve içimizde yaşadığımız dönemde manipülatif ve provakatif haber yapanlar hep vardı, hep var olacak. Amerikalılarla birlikte Körfez Savaşı’na gittiğinde Amerikan askerini kötü gösteremezsin, hep kahraman göstermek zorundasın. Bir de onların insanlık dışı operasyonlarını dünya kamuoyunu Amerikan aleyhtarlığına dönüştürecek şekilde veremezsin. Amerika’nın bizden bir olumlu anlamdaki farkı, Nick Ut. Amerikan kamuoyunu, ordusuna karşı kışkırtan fotoğrafları çekti. Nick şu an cehennemden çıkan gazeteci, cennette yaşıyor. Ama biz de olsa belki idam ederlerdi. Aradaki fark bu ama embeddedlık hep var. Sen nereye gidiyorsan onların arzu ettiği haberleri yapmak zorundasın.

Foto muhabirliğinden vazgeçmeyelim. Yalnız foto muhabirliğini savaş muhabirliğiyle özdeşleştirmeyelim. Ekstra söyleyeceğim, dünyada hayran olduğum W. Eugene Smith var. Onun köy doktoru da müthiş bir olaydır.

Salgado…

Aynı şekilde ama bunlar dahi tipler. Biz de öyle seri çalışan çok az. Biz o kadar sabırlı değiliz, bir konu üzerine beş sene, on sene çalışmak zor geliyor. Romanya’dayken ben bir ev kiralamıştım James Nachtway de benim yanıma geldi. Aynı evde kaldık. Galdiğinde “Ne yapacaksın?” dedim. “Söylemek istemiyorum ama yarın seni götüreyim” dedi, iki tane köy bulmuş. Bir mika fabrikasının olduğu köyde her yer bembeyaz, bir de yanında kömür madeninin olduğu köyde her şey simsiyah. Nachtway bir buçuk yıl orada kaldı…