“SAHADA OLMAYI ÇOK SEVİYORDUM”

 Türkiye Foto Muhabirleri Derneği’nin bu yıl 39’uncusunu düzenlediği Yılın Basın Fotoğrafları Yarışması’nda Onur Ödülü’ne layık görülen Mustafa Bozdemir, Foto Muhabiri’ne konuştu. Dünyanın en saygın basın fotoğrafçılığı yarışması olan World Press Photo’da 1984 yılında Erzurum Depremi’nde çektiği fotoğraf ile birinci olan Bozdemir, bu ödülü kazanan ilk Türk foto muhabiri unvanını da taşıyor. Bozdemir, Rüzgarlı Sokak’ta başlayan gazetecilik kariyerini, deneyimlerini ve tecrübelerini anlattı.

 

YAŞAM BOYU ONUR ÖDÜLÜ’NÜ ALAN MUSTAFA BOZDEMİR KİMDİR?

1947 yılında Ankara doğan Mustafa Bozdemir, gazetecilik mesleğine henüz 18 yaşındayken Ankara Rüzgarlı Sokak’ta Ulus Gazetesi’nde başladı. Sırasıyla Vatan, Adalet, Barış, Bugün, Günaydın ve Hürriyet gazetelerinde foto muhabiri, muhabir ve sayfa sekreteri olarak görev yaptı. 1975 yılında, o dönemde Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Fakültesi’ne bağlı olan, Basın-Yayın Yüksekokulu’ndan mezun oldu. Bozdemir, 1984 yılında Hürriyet gazetesinde foto muhabiri olarak çalışırken alanının en prestijli ödüllerinden olan Word Press Photo ödülünü kazanan ilk Türk oldu. Mustafa Bozdemir, Türkiye Foto Muhabirleri Derneği, Gazeteciler Cemiyeti, Türkiye Spor Yazarları Derneği ve Parlamento Muhabirleri Derneği üyesidir.

 

Gazetecilikle yollarınız nasıl kesişti?

“1965’te ortaokulun sonlarına doğru yaz tatilinde bir vesileyle Ulus Gazetesi ile yollarımız kesişti. O zamanlar fotoğraf servisinden Hüseyin Ezer bir adam arıyordu. Foto muhabirliği aklımda yok, elime makine bile almamışım. Oraya gittim, o da kabul etti. Çıraklık dönemine Hüseyin Ezer’in yanında başladım. Film yıkamayı, sarmayı ve karanlık oda işlerini öğrendim. Tatilin sonunda okullar açılmak üzereydi, Yıldırım Beyazıt Lisesi’ne başlayacağım. Hüseyin Ezer dedi ki; “Sen ayrılma. Liseye git gel ne zaman boş kalırsan uğra.” O şekilde devam ettim 3 sene boyunca. Ulus Gazetesi siyasi bir gazete olmasına rağmen spora da çok önem verirdi. O zamanlar liseler arası şampiyonluklar çok önemliydi. Tam sayfa fotoğraf çeker, o gazeteyi de okulun önünde satardık. Ulus Gazetesi’ndeki ekip çok nitelikliydi. Polis muhabiri avukattı, dışişleri muhabiri 7-8 dil biliyordu, istihbarat şefimiz BBC’den eğitim almıştı. Meclis muhabirimiz kulislere girdiğinde milletvekilleri ayağa kalkar çaya davet ederdi. Her sayfanın yazı işleri sorumlusu vardı. Beyhan Cenkci,Ülkü Arman, Erdoğan Tamer, Cemalettin Ünlü gibi isimleri orada tanıdım.

GAZETECİLİK OKULU’NA GİRERKEN BASIN KARTIM VARDI

Lise bitince ben kadroya da girdim, basın kartını da aldım. Sonra Gazi Üniversitesi’nin Gazetecilik Okulu açıldı. Oraya yazıldım ama okula başlarken basın kartım vardı. Ona rağmen fotoğraf dersinde kopya çektim. 36 karelik filmin uzunluğu ne kadar diye bir soru vardı orada kopya çektim. Okuldan da mezun olduktan sonra Ulus Gazetesi’nden ayrılıp Vatan Gazetesi’ne geçtim. Orada 2 yıl çalıştım, küçük ama çok güçlü bir kadrosu vardı. Daha sonra Adalet Gazetesi’ne geçtim, başında Turhan Dilligil vardı. Mücadeleci bir adamdı. Benim zamanımda hapiste yattı. Dilligil hapisteyken Numune Hastanesi’nde bacaklarından somyaya zincirli bir fotoğrafını çekmiştim, çok gündem olmuştu. Adalet Gazetesi’nden sonra Barış Gazetesi’ne geçtim. Oradan sonra da Bugün Gazetesi’nde çalışmaya başladım.

FOTO MUHABİRLİĞİ’NE SAYFA SEKRETERLİĞİ ARASI

Ama Bugün Gazetesi’nde “Sen sayfa sekreteri ol” dediler. Orada sayfa sekreterliği yapmaya başladım. Bugün Gazetesi okul gibiydi, çok sayıda stajyer alınırdı. Onların arasından 2-3 kişi gazeteci olarak çıkardı. Çok profesyonel bir ekipti. Can Pulat o zamanlar Günaydın Gazetesi’nin başındaydı. Onunla karşılaştık, “Gel bize” dedi, bu sefer de Günaydın’da çalışmaya başladım. 1 yıl da orada sayfa sekreterliği yaptım ama Günaydın’ın iş yükü çok ağırdı. Gece 12’de mesaim başlıyordu. Oradan ayrılmak zorunda kaldım. Hürriyet ile Günaydın’ın binaları yan yanaydı Rüzgarlı’da. Hürriyet’in yemekhanesinde yerdik öğle zamanlarında. Günaydın’dan sonra da Hürriyet’e foto muhabiri olarak başladım. Hürriyet hepsinin büyüğüydü; kadrosu ve imkanları çok iyiydi. 1977’den 1990’a kadar Hürriyet’te foto muhabirliği görevini sürdürdüm. Daha sonra Çevre Bakanlığı’nın basın müşavirliğini yaptım. 7 senem de orada geçti, o dönemde 6 ayda bir bakan değişirdi. Çok sayıda bakan ile çalıştık. Devlet memurluğunu pek sevmedim. Oradan ayrılmaya karar verdim, artık emekli olacaktım ama bu kez de Belediye-İş Sendikası çıktı karşıma. Orada da 15 yıl çalıştım, sendika benim hoşuma gitti. Eylem, yürüyüş ve grevler olurdu. Sahada olmayı seviyordum, sayfa sekreterliği yıllarım hiç hoşuma gitmedi.

Erzurum Depremi’nde çektiğiniz fotoğraflar World Press Photo’yu kazanan ilk Türk foto muhabiri olarak tarihe geçtiniz. O fotoğrafın hikayesini anlatır mısınız?

Hürriyet Gazetesi olarak 10 kişilik bir ekiple gittik Erzurum Depremi’ne. Kenan Evren dönemiydi ve THY uçaklarının iniş-kalkışları serbest değildi. Askeri havaalanından uçaklar gidip geliyordu. Biz Hürriyet’te ulaşılamayan gidilemeyen yerleri takip ederdik. Orada da Saygı Öztürk’le beraberdik. Havaalanında depremle ilgili resmi rakamlar ve bilgiler geliyordu. Gidilemeyen ve ulaşılamayan köylerle ilgili bilgiler askerden geliyordu. Koyunören Köyü’ne ulaşılamayan köy diye gittik. Ama çoğu arkadaşımız oradaydı; TRT’de vardı foto muhabiri arkadaşlar da oradaydı. Belki 100 kişi vardı. Oraya vardığımızda zaten enkazdan cesetleri çıkarmışlardı. Köye çok zor ulaştık, yollar çamur deryasıydı. 225 ölü vardı yaklaşık, herkes ölüsünün başında ağlıyordu. Binbaşı, ‘Su ve kefen geldi, herkes ölüsünün başından ayrılsın. Biz yıkayıp teslim edeceğiz” dedi. Kalabalık dağılınca çektim o kareyi bir anda, en ön sıradaydı feryat eden kadın. Dönüşümüz akşam saatlerinde oldu, bir gün sonra tele foto ile diaları ise askeri havaalanından gönderdik. O zamanlar World Press Photo yarışması benim bilgimin dışındaydı. Gazetede dışişlerine bakan bir muhabir arkadaş vardı o söyledi. Fotoğraf bilgilerini o yazdı, onun sayesinde gönderdim başvuruyu.

Asla unutamam’ dediğiniz anılarınızı anlatır mısınız?

TİKİ VARDI DÜRTÜNCE ÇEKEMEMİŞ

Türkiye’ye ilk kez gelişinde Papa uçaktan iner inmez yeri öptü. O zaman Yaşar Uçar renkli çekiyor bende siyah beyaz çekiyorum, 43-86 mm objektifim takılı. Kordonu öyle bir hazırlamışlar ki uçağa olan mesafe çok uzak. ABD’li foto muhabirleri gelmiş hepsinde 300-500 mm objektifler var. Siyah beyaz olarak Papa’yı yeri öperken yaklaşık 10 kare çektim. Diayı zarfladık İstanbul’a gitti. Sonuçları genelde akşam üstü çıkardı. 43-86 ile çektiğim için Papa çok küçük gözüküyordu. Büyütüyoruz gren veriyor, küçültüyoruz bir şeye benzemiyor. Ülkü Arman var o zaman Hürriyet’te masa başında. Yaşar Uçar’a gidip gelip “Dia tamam mı?” diyor. Yaşar’da da 135 mm bir objektif vardı. Yaşar her seferinde “Tamam merak etme” diyor. Ben orada bir ton laf işittim, “Bu ne böyle gidin kendinize objektif alın” diye. Akşam Yaşar Uçar’ın gönderdiği diaların sonucu geldi, Papa’nın yeri öperken hiç fotoğrafı yok. Merdivenden inerken var, bayraklı var, törenden var ama bir tek yeri öperken yok. Yaşar Uçar’ı sonrasında bir çok kez yemeğe götürdüm söylemesi için fotoğraflar neden yok diye. Yaklaşık bir yıl sonra bir gün anlattı bana; “Mustafa İstemi yanımdaydı. Beni dürttü çekemedim” diye. Yaşar çok gıdıklanırdı. İstemi de onu dürtünce çekememiş fotoğrafı.

DAHA YERİMİZE GEÇMEDEN GOLÜ ATTILAR

Neşet Özmen o zamanlar spor servisi şefimizdi. Yanlış hatırlamıyorsam Galatasaray-Ankaragücü maçıydı. 5 kişi İstanbul’dan gelmiş biz de burada yaklaşık 22 kişi maçı takip ediyoruz. Biz yerimize geçmek için saha kenarında yürüyoruz, o esnada maç başladı. Maçın ilk dakikasında da gol oldu biz yerimize geçmeden. Ama maçta başka gol de olmayınca bir baktık ki elimizde fotoğraf yok. Onlarca adam tüm sahayı paylaştık ama çekemedik. Ertesi gün bir baktık ki Milliyet’te neredeyse tam sayfa gol fotoğrafı…

Cebeci Stadı’nda da yine bir gün amatör küme maçı çekiyoruz. Kale arkasındayız, 1-2 kare çekip kurtarsak yeterli bizim için. Gol oldu ama 2 polis nöbet tutuyor tam kalenin önünde. Öyle olunca çekemedik tabi. Polislere rica ettik, ‘Bizim önümüzden değil de arkadan geçin, çekemiyoruz’ dedik. ‘Tamam bakarız’ dediler. Yine gol oldu maçta; bir baktık aynı polisler var kadrajda. ‘Mahsus mu yapıyorsunuz?’ dedik, ‘Sizin yüzünüzden bir maç seyredemedik be’ diye cevap verdiler.

NEREDEYSE DOĞU’DAKİ HER OLAYDA GÖREV YAPTIM

Doğu’da yaşanan ne kadar terör olayı varsa Ankara’dan giderdim. 1984’teki Eruh baskınından sonra kendi içimizde bölgelere ayrılmıştık. Olay çıkabilecek yerlere giderdik, oralarda kalırdık. Doğu Anadolu Ankara bürodan sorulurdu. Doğu’da o dönemde akılda kalan çok sayıda olayda görev yaptım.

Dönemin siyasileriyle anılarınız var mı?

EVREN’İ PROTESTO EDİP AYRILDIK

Bülent Ecevit Rahşan hanımla kuru fasulye pilav yerdi, ‘Hadi çocuklar siz de gelin’ diye davet ederdi. Ama Özal’la çıktığımızda otobüsün her yeri yiyecek dolu olurdu baklavasından böreğine kadar envai çeşit. Kenan Evren döneminde askeri bölgelere davet ederlerdi. Bir gün İzmir’deydik, yemekte basına öyle bir yer ayırmışlar ki kendi bulundukları yerde değil başka bir odadaydı. Cüneyt Arcayürek de vardı orada; bizim meslek büyüğümüzdü. ‘Arkadaşlar bunlar bizi hakir görüyor, bu yemekte biz olamayız. Kalkıp gidelim” dedi. Protesto ederek oradan ayrılmıştık.

Sizin döneminizde teknolojik imkanlar oldukça kısıtlıydı. Günümüzle karşılaştırdığınızda nasıl zorluklar yaşadınız? Dönemin basın camiasında çalışmak nasıldı?

TASARRUF DİYE BİR ŞEY YOKTU

Gazetelerin başında gazeteci patronlar vardı. Şu anda internet gibi bir kolaylık var, bizim zamanımızda yoktu. Fotoğraf göndermek için telefoto aletimiz vardı, 40 kilo ağırlığındaydı. Onu yanımızda taşıyorduk. Ama o tarihlerde kurumlar çalışanlarına her türlü imkanı veriyordu, tasarruf düşünülmüyordu. Zorluklar çoktu ama maddi olarak değil. Maddiyattan dolayı ben oraya gidemedim derseniz çok büyük fırça yerdik. Günaydın’da ayda 2 maaş alırdık. Hürriyet’te 8 ikramiye alırdık. Tatil için 2 maaş ikramiye verilirdi. Erol Simavi ‘Benim çalışanım asla bankadan para almayacak derdi. Söyleyecek ve muhasebe verecek’ derdi.