Röportaj : Cansu Aras

Hürriyet Gazetesi’nin hafta sonu eklerinde yayınlanan röportajları okuruz. Ama önce fotoğrafına bakarız. “Güzel fotoğraf” deriz. Gazete okurunun gözü bazen fotoğrafın yanındaki küçük punto ile yazılmış imzaya takılır, bazen de hiç takılmaz. Ama o yazının öyküsünü ilk önce o fotoğraf anlatır bunu biliriz. Emre Yunusoğlu o fotoğrafın kenarında yazan isimlerden birisi. Mesleğin genç yeteneklerinden. Onun işi portreyle öykü anlatmak.

 

Hürriyet Gazetesi’nde, özellikle eklerde yayınlanan fotoğrafların kenarındaki küçük imzalardan tanıyoruz seni. Nasıl başladın mesleğe?

Fotoğraf merakım ailemden geliyor. Dedem ve babam fotoğrafla ilgileniyorlardı. Babamın karanlık oda geçmişi var. Dedem her saniyeyi fotoğraflayan biriydi. Çocukluğumdan bu yana elimde hep bir fotoğraf makinesi vardı. Lise yıllarında Bodrum’a taşındık. Oraya giderken babamın makinesini çaldım. Ve ilk kez orada kendi kendime çekmeye başladım. Pek çok okul gezisine katılarak veya tek başıma dolaşarak bir sürü doğa fotoğrafı çektim o dönem. Üniversite dönemine geldiğimde aklımda aslında fotoğraf haricinde başka bir alanla ilgilenmek yoktu. Ancak küçüklüğümden beri kimyaya da merakım vardı. Annem biyolog olduğu için evde bir sürü kimyayla ilgili malzemeler bulunuyordu. Hep onlarla oynardım. Ama açıkçası o kadar güçlü bir sayısal zekaya sahip olmadığımı düşündüğümden fotoğrafa yöneldim. Bir vakıf üniversitesinin İletişim Fakültesi’nde Görüntü Yönetmenliği ve Fotoğraf okudum. Orada okurken anneme “Bak kimyager olamadım” dediğimde bana şöyle bir espri yapmıştı: “Olsun oğlum, onda da foto kimya var. Onunla uğraşırsın.”

 

Hürriyet Gazetesi ile yolların nasıl kesişti?

Üniversitenin üçüncü senesinde bölümün mecburi kıldığı bir staj dönemi vardı. Ben de Hürriyet Gazetesi’ne başvurdum. Onlar da beni Sebati Karakurt’un yanında, Ekler bölümünde fotoğrafçılık stajımı yapmam için görevlendirdi. Oraya başladığımın beşinci ya da altıncı gününde Sebati Abi ile kurduğumuz güzel iletişim sayesinde stajdan sonra kalmamı teklif ettiler. Böylece benim de Hürriyet serüvenim başladı.

 

Her foto muhabiri farklı alanlarda ihtisaslaşıyor. Kimi spor, kimi siyaset, kimi magazin, kimi de çatışma bölgelerinde. Sen tarzını bu alanda bulmuş gibisin...

Çatışma bölgesi veya sıcak bölgelerde çok bulunmadım. Ama sıcaklığı daha soğumuş bölgelere gazetede çalıştığım dönem içerisinde çok gidip geldim. Bu işleri de keyifle yaptım. Onu da her zaman sevdim ve de en önemlisi değerli buldum. Ama biraz da görüntü yönetmenliği tarafında bulunduğum ve ışıkla vs. uğraştığım için bugün çalıştığım alana yöneldim. Var olan dışında kendim de bir şeyler katmak istediğim için portre fotoğrafçılığına geçtim. Daha çok hoşuma gitti bu. Bir portreyle dakikalarca uğraşmak, ona küçük eklentiler yapmak… Bunlar son derece keyifli. Ayrıca karşındaki insanla kurduğun birebir iletişim çok kıymetli. İnsanlarla sohbet etmek, hayatlarına dokunmak son derece değerli.

 

Portre fotoğrafın anlamı senin için nedir? Türkiye’de farklı bir algı var. Vesikalık fotoğraf, portre gibi tanımlanıyor…

Bir portre fotoğrafı, izleyiciye o kişi veya içinde bulunduğu durum, mekan ya da anlatılması gereken mevzu hakkında bir bilgi vermeli. Portre fotoğrafının özelliği budur. Sadece o yüzün varlığı yeterli değildir onu portre fotoğrafı yapmaya. Bir oyuncuyu çekiyorsan onun hakkında bilgi vermelidir. Konunun tümünde bir şey anlatması gerekiyor. Bunu çeşitli dilleri kullanarak da besleyebilirsin. Gerek postür, gerek ışık, gerekse baktığın açı… Hepsi o fotoğrafı besler. Fotoğraf makinesini eline aldığında teknik gereksinimler dışında anlatım diline bakman gerekir. Bununla birlikte tüm teknik ihtiyaçlar da aslında anlatım dilinin bir parçası aynı zamanda. Baştan aşağı bir öykü anlatıyorsun.

 

Bazı karelerinde ünlü isimler sıra dışı pozlarla karşımıza çıkıyor. Onları nasıl ikna ediyorsun?

Ben kafamda bir mizansen yarattığım ve o mizansen genelde fotoğrafını çekeceğim kişiyle olan iletişim sayesinde de şekillendiği için aslında ikna etme durumu pek söz konusu olmuyor. Genelde onun kafasındaki bir şeyi yüksek sesle dile getirmiş oluyorum. Ya da onun belki de bugüne kadar hayal etmediği bir doneyi sunarak fotoğrafını çektiğim kişiyi, o karenin dünyasına çekebiliyorum. Enteresan bir poz verilecekse o hikayeye hizmet ediyordur zaten.

 

Fransa’da reklam fotoğraflarındaki photoshop tartışılırken Türkiye’de  bakıyoruz gazetelerde photoshoplu kareler sayfalarda yer alıyor. Bu durumu nasıl yorumluyorsun?

Sonuçta photoshop’u doğuran toplum değil mi? En nihayetinde bir şey oldu ve kendisine photoshop yapılmasını isteyenler bir nedenden ötürü bunu talep etmeye başladılar. Ve bunun üzerine hayatımıza bir photoshop serüveni girdi. 1930’lardan, 1940’lardan beri analog fotoğraftan başlayıp, vesika çektirmeye uzanan bir süreci var bunun. Eskiden çektirdiğimiz vesikalık fotoğraflarda bile geleneksel tekniklerle insanların sivilceleri alınıp yüzünde türlü değişiklikler yapılmaya çalışılıyordu. Bugün de daha teknik bir şekilde müdahale ediliyor. Dozunun kaçtığı anlar var tabii ama bu, talep edenle de ilgili bir durum. 1990 öncesi dergilere baktığımızda photoshop dozunun daha az olduğunu görüyoruz. Demek ki talep var, arz da doğru oranda onunla beraber artıyor. Dozun artmasını topluma bağlayabiliriz.

 

Mesleğinde gelecekle ilgili hedefin nedir?

Bu soruyu cevaplamam çok güç. Uzun vadeli gelecek planlarım yok açıkçası. Ancak kısa vadede bakacak olursak kimseyi gücendirmeden, üzmeden mesleğimi huzurla ve saygılı bir şekilde sürdürmek istiyorum. Daha uzun vadeli bir şey düşünemeyecek kadar mesleğimin başındayım.